
Hepinizi seviyorum. Buraya bayıldım! İçimi açan bir dolu genç kadını okuyor, ortamın ne kadar güvenli bulunduğuna dair notlar görüyorum.
Romanım Derya Deniz’i, Substack mecmuamızda tefrika etmeye başlıyorum.
Desteğinize ihtiyacım var.
Derya Deniz’in giriş bölümünü paylaşıyorum sizinle. Önümüzdeki hafta, geri kalanını, parça parça, ücretli içerik olarak yayınlamaya başlayacağım.
Romanın bir sonraki bölümü yayına çıkana kadar, girişten (bu yazının altında) alıntı yaparak paylaşan (restack) herkese, bedava erişim sunacağım.
Biricik abonelerim, ilk göz ağrılarım... Ne sandınız ya? Elbette size bir güzellik yapacağım.
Ekonomik kriz, beni vuruyor. Maddi olarak bana destek olabilecek durumunuz varsa, ne âlâ! Alırım bi dal… Detayları henüz netleştiremedim. En düşük paketi aylık 250 TL civarında tutmaya çalışacağım. Şimdiden teşekkür ediyorum.
Editörüm Elvin Göncü Gültekin başta olmak üzere, teşekkür edilecek çok insan var. Senaryo taslağı veya hikâyeleşmiş hâlini, o kadar çok dostuma okuttum ve geri bildirim aldım ki… Söz konusu roman, otobiyografik. Hayatımın o kabus döneminde, bana destek olan herkesi, kucaklıyorum. Teşekkür ederim. İyi ki varsınız!
Romanın yazım süreci ve içeriğine dair materyalleri ücretsiz paylaşmaya devam edeceğim.
Haydi bakalım… Rast gitsin!
Giriş: Elveda Âdem
Loş koridorun ucunda bir kadın silueti var. Upuzun, sırtı açık mavi elbisesinin etekleri, o adım attıkça hareketleniyor. Dalgalı kızıl saçları omuzlarına dökülüyor, ışıltıları göz kamaştırıyor. Bu kadar uzaktan kestiremiyor gözler ama göğüs dekoltesi de "yerinde" gibi.
Zarif bir prensesin yürüdüğünden herkes emin. Diğer konuklar su gibi güzelliğin duru yüzünü görmek için sabırsızlanıyor. İğne topukların zeminle her teması, perinin yaklaştığını haber veriyor. Yürekler daha bir hızlı çarpıyor. Adımları yavaş. Etekleri bir o yanı, bir bu yanı süpürüyor. Çarşaf gibi denizde, köpükleri ufukta belirdiği andan itibaren ilgi çeken, göz alan, sahile vurması sabırsızlıkla beklenen, bembeyaz bir dalga sanki. Salınıyor da salınıyor.
Gelin ve damat az önce şatafatlı girişlerini yaptılar, âdet olan alkışlarını aldılar. Nikah memuru ile tepesinden çiçekler sarkan çardağın altında buluşur buluşmaz şahitler de çağırıldı… Arkada bıraktıkları koridorda gizemli kadının görünmesi ise beklenmedikti. Endamı, edası… Kesin önemli biri… Gelinle damat, soru dolu gözlerle birbirine bakıyor; cübbesini giymiş, gelmiş, kutsal evlilik bağı ile birleştireceği çiftin önüne çıkmış nikah memuru ise şaşkın; ‘‘çok önemli bir artiste mi denk geldim de haberim yok’’ diye düşünürken heyecanlanıyor. Her zamanki sululuğunu bir kenara bırakıp ağır adam rolüne mi bürünse? Yapamaz ki. Kendisi dördüncü eşiyle boşanmak üzere. Bu evlilik işlerini ciddiye almayı bırakalı çok oldu... Kıydığı kaçıncı nikah bu, şahit oldukları da cabası... Kendininkilerde bile bir gülme geliyor, el karşısında ne yapsın?
Genç hanım yaklaştıkça kafalarda soru işaretleri oluşuyor. Bazı gözlerin feri sönüyor. Deminden beri yürekleri ağıza getiren siluet belirginleştikçe, kibar tabirle ‘balık etli’ bir kadının, basbayağı yürümekte zorlandığı için yavaş hareket ettiği konuklar tarafından anlaşılıyor... “Yazık”, diyor jüri üyeliğine soyunan misafirlerden birkaçı, “Pek de güzel... Biraz kilo verse ya...”
Derya, koridorun sonunda “Düğünümüzü aşırı pahalı mekanda yapalım, ele güne havamızı atalım” çifti ile burun buruna gelmeyi beklemiyordu. Bütün misafirler de ona bakıyor. Ne yapacak? Âdem nerede? Bunca süs, püs, bütün vücudu sıkan korseler, apartman topuklar ne için? Bir adamın koluna girmeden yürüyemez hâle gelmek için. En azından yan etkilerinin bu olduğunu kabul edelim. Derya, kimseyi tanımadığı bir düğüne, sevgilisine eşlik etmek üzere geldi. Girişinin tek başına olacağını da düşünmemişti, salona attığı ilk adımda bütün misafirlerin bakışlarını üzerinde bulacağını da.
Nerede bu Âdem? Lütfen, bütün bunlar bir kamera şakası olsun. Hayatının son bir saati, ona sürpriz olarak hususi tertiplenmiş nikâhı veya en azından evlilik teklif törenine bir ön hazırlık olmalı. Yüz yıllık kuaförünün, sırf bugüne özel, saçını iki kez sil baştan yapmasının gerekmesi, işini bitirip Derya’yı bir türlü dükkanının dışına salmaması. Âdem’in, Derya’nın hâline kızıp, onu fön makinelerinin gürültülü fonunda b.k gibi bırakıp gitmesi, kesinlikle mizansen olmalı. Derya, bütün aksaklık, sinir bozuklukları ve harplerin içinden sıyrılıvermeyi becerecek ki; Âdem’in onca çabasına layık olduğunu ispatlasın. Derya’nın haftalardır hazırlandığı bu akşam, böyle korkunç başladıysa bile, baht dönüşü hemen gerçekleşecek ve iyilerin hep kazandığı masal diyarlara geçiş yapılacak. Kesin. Başka türlüsü mümkün mü? Tabii ki değil.
Derya’nın kalbi heyecan pompaladı. İnanç bütün damarlarına yayıldı, vücudunu kapladı. Duruşuna da yansıyor. Hatunun nereye geldiğini, ne b.k yiyeceğini bilmez hâlde olduğuna bin şahit ister. Kendinden öyle emin şekilde adımlarını atıp, gelin ve damadı sert birer el sıkışması ile tebrik ediyor. Bilerek öpmeye yeltenmiyor. Buraya yüz küsur davetli çağırmış olsalar, ikişerden yanaklar, arada çenelerine doğru dayatmalı bir şekilde uzanacak buruşuk eller ve gecenin ilerleyen saatlerinde sarhoşların “öpüjem” muhabbetleri… Ohooo! Nereden baksan bin öpücük; zor bu garibanların işleri. İki yanak az olsun, Derya’nın, doğru düzgün tanımadığı bu insanlara bir kıyağı olsun… Bütün bunları düşünürken, son derece ciddi yüz ifadesi ile gecenin en önemli misafiri meşalesini farkında olmadan taşıyor.
Herkes merak ediyor; nikahı kıymak için salona teşrifi beklenen bu kadın kim. Çoğunluk, gençlik dizilerinden birinde esas kızın tombul kankasını oynayan bir taze şöhret olduğuna emin. O tip ünlüler, kültür mantarı ile saman alevi arası bir organizmadır. Ergenler arasında fırtınalar kopardığı iddia edilen herkesi tanımak artık mümkün değil. Nacizane bir YouTube kanalı veya instagram hesabı sahibi olabileceğine dair tahminler hemen ikinci sırada. Ne de olsa eskiden boğazda yalı, kıyısında yat, karşısında holding sahibi ailelerin gözde bekar çocuklarına nasip olan şöhret, şimdi miras değil de, alınteri ile edinilmiş sanal mülklerle sağlanabiliyor.
Derya, kendisi ile ilgili yapılan yorumlardan habersiz, o an tek istediği şeyi tahmin edemezsiniz: ayaklarının ucunu kesip atmak. Nasıl icat edilmiş, kim bulmuş ki bu uzun, ince topukları? Hemcinslerinin sözleri asılı kalmış kulağında, gerekli gereksiz yankılanıyor:
“Duruşunu düzeltiyor, zarafet ve çekicilik katıyor.”
Peki ya, bu algı operasyonunu yöneten kim? Kadın bedeni, düz taban üstünde, kendi halinde gezinirken niye ‘çekici’ olamıyor? Düğünlerde ayaklara işkence âdeti kaçıncı yüzyıldan beri, hangi kültürün etkisiyle gündelik yaşamımızın parçası olmuş? Derya, zamanda geri gidip, o ilk topuklu ayakkabıyı giyen kadını bulup, saçını başını yolmak istiyor. İşin gıcık tarafı, topuklular ilk giyildiğinde rahat da gelmişti, onca paraya değeceğine inandırmıştı. Şimdi, günler boyu dükkanları aşındırdığına mı yansın, yarım asgari ücretin taksit taksit kursağından kesileceğine mi? An itibariyle, sadece ayacıklarına acıyor... Allah’ım, bu nasıl bir eziyet?
İğne topuklarla salına salına yürüyen diğer hatunlara bakıyor. Nasıl becerdiklerini aklı hayâli almıyor. Gözüyle görmese zaten inanmaz...
Kadınlık halleriyle oldum olası barışamadı. Ağdasını keyifle yapan, elinde cımbızla gezip, bir kuytuda kıstırdığı herkesin kaşını zevkle alan, makyaj konusunda tavsiyeler veren, tattığı her yemeğin nasıl yapıldığını anında çözüp, "Ocakta bir düt daha fıkırdatsaymışsın iyiymiş," diyen yaratıklar var. Saçlarıyla bir gece boyu uğraşıp, diplerini, uçlarını, gölgelerini ayrı renge boyayan, sabah kalktığında bile makyajsız yakalanmayan kadınlar... Derya 28 yaşında... Büyüyünce içinden öyle birinin çıkacağını ummak için artık çok geç. Asla benzeyemeyeceği hatunlarla çevrili olmaktan ruhu sıkılıyor. Zaten düğünleri de sevmez. Bütün bu tören halleri ona, gelin ve damadın karın ağrıları gibi gelir. ‘E o zaman ne b.k yemeye giyindin, kuşandın da geldin be kadın?’ demezler mi?
Derya, o gece düğüne gelmeyi hiç istememişti. Bir çiftin dünya evine girmesi onu sevindirmiyor. Neden? Bilmiyor. Düşünmedi demek daha doğru. Ömür boyu birlikte olmaya inanmıyor mu acaba? O zaman, Adem "Evlen benimle!" dediğinde, nasıl "Olur!" deyiverdi? Kafası devamlı büyüyen konuşma baloncuklarından patlamak üzere...
Nikah memuru evlilik cüzdanını geline teslim ederken sanki yanı başında duran yakışıklının yularını veriyormuş ve hatun bu durumla aşırı mutlu olmak zorundaymış gibi davranarak merasimi tamamlıyor. Derya, çok mutlu bir ana tanıklık eder taklidi yaparken asıl isteği Adem’in yanı başında belirivermesi, omuzuna dokunması, koluna girmesi, destek olması… Kararlı, akşamüstü yaşanmamış, sözlüsü onu kuaförde b.k gibi bırakıp da gitmemiş gibi yapacak. İçinden geçiriyor; “Ne kadar da güzel bir gece? Böyle önemli bir davette Adem’e eşlik etmek ne de büyük bir şeref?..” Aslında onun hisleriyle alakası olmayan bu cümleleri yeterince tekrarlarsa kendi gerçekliği dönüşebilir. TED konuşmasıyla dünyayı inleten bir hatundan yayılmış yeni felsefe işe yarasın istiyor: “Ulaşmak istediğin noktaya gelene kadar, mış gibi yap!” Algısını değiştirirse, olası ayrılıklarının önüne geçebilir. Derya da, Adem de herkes gibi olabilir. Evlenip, mutlu bir yuva kurabilir. Hatta üreyebilir, çoğalabilir, her embriyoyla şu dünyaya bir kazık daha çakabilirler… Evet. Neden olmasın? Yapabilirler.
Derya kendini kandırmaya ne kadar çabalarsa içi o kadar güçlü “Haayıııır!” diyor. Aslında tek isteği koşarak uzaklaşmak, ayakkabılarından çıkacak toz bulutunun arasında kaybolmak.
Gelinle damat ilk dansına başlıyor. Derya, bu mekanda dünya evine giren bir çiftten, öncesinde hızlandırılmış tango dersi almalarını beklerdi. İş programlarını uyduramadılar herhalde. Kesin çift telefonla dünyayı yöneten çok meşgul insanlardır.
Adem’in şimdiye kadar ortaya çıkması gerekirdi. Derya adım atabilir halde olsa etrafı dolanacak, hangi deliğe girdiyse, bulacak. Öte yandan içini tedirginlik kaplıyor; ya yanlış yere geldiyse. Pazardan aldığı, taşlarla süslü çantası, içine sadece telefon ve kimlik alabilmiş. Fermuarı zorla kapanmış, tekrar açıldığında elinde kalabilir. Foyası ortaya çıkabilir. Aksini umarak abiye kıyafetinin o çok değerli tamamlayıcısını eline alıyor. Numarayı çevirip, henüz yirmi dördüncü taksitini ödemediği için yeni çıkan modelini alamamaktan utandığı iphone cihazı kulağına götürürken tanıdık biri sesleniyor; “Bu saçın nesi iki saat sürer?”
Derya taş kesiliyor. Tıpkı Adem’in yüreği gibi. Eskiden olsa, “Duştan sonra açık bıraktığında da böyle güzel oluyorlar ki… Senin kuaföre ihtiyacın yok.” derdi; ama artık bu sevgi dolu cümleler doğarken ölüyor. Sevgilisini görür görmez kızıl dalgalarına dokunmayı, onların içinde kaybolmayı istediyse de, saniyeler içinde silinip gitti... İstemesi yetmedi. O eski Adem değil, öfke gözünü döndürdükçe dili çatallaşıyor.
Derya böyle anlarla başa çıkmayı aslen çok iyi bilir. Adamı beş dakika idare etmeye bakar. Çabuk parlar, hemen söner onun Adem’i… Yalnız... Şimdiye dek çoktan geçmiş olması gerekirdi. Böylesi ilk defa oluyor. Sevgilisinin bu yeni sürümüyle nasıl başa çıkacağı konusunda pek de bir fikri yok.
Hepsi Adem yüzünden. Derya'nın, onun iş arkadaşının düğününde ne işi var? Adam tek başına gelseymiş, millete görünüp, altınını takıp, fotoğrafını da çektirip evlilik kurumuna olan mesuliyetlerini layıkıyla gerçekleştirdiğini belgeleseymiş. Neden her gittiği yere eşlikçi olması gerekiyor? Daha evli bile değiller. Sadece “Evet!” dedi... Yüzük yok, nişan yok, hiçbir şey yok. Yok oğlu yok. Tek bir adım daha atmadılar, atamadılar. Aslında ikisinin de ödü kopuyor. Hani aileler tanışmış, yüksek gerilimli, sahte gülücüklü misafirlik âdetleri yerine getirilmiş, ‘iki dakikada hallolabilecek nişanı nasıl yapalım?’ problemi üzerine aylar boyu tartışılıp bir yere varılamamış bile değil. Ortada bir kadın, bir adam, kabul edilmiş bir teklif, öncesinde kıyamet kadar ısrar ama sonrasında koca bir boşluk var.
İkinci şarkıya geçildi, gelin ve damadın yanına kayın çiftler eklendi. Yakın akrabalardan başlayarak pistte bir çoğalma görülüyor; düğünün tamamlayıcısı olan mutlu çiftler, göz göze bakışmalı danslarla adeta gelin ve damada etten bir duvar örüyor. Bundan sonraki parça gecenin rengini belli edecek. Asıl bayram havası onunla esecek; Serdar Ortaç mı, oyun havası mı, yabancı pop mu, caz mı?
Derya’yla Adem, pistte diğer mutlu çiftlerin arasına karışıp, el ele, göz göze salınmak yerine, kenarda kazık gibi duruyor. İkisinin de suratları beş karış. Birileriyle göz göze gelindiğinde zoraki gülümsüyorlar. Birbirlerine doğru kafalarını asla çevirmiyor, hep başka yöne bakıyorlar.
Adem, Derya’yı aslen kuaförde terk etti; “Ben gecikmeyeyim, beklerler. Madem işin uzadı, sen taksiyle gelirsin,” dediğinde Derya’nın kalbi buz kesti. ‘Sanki nikah şahidi de, o olmadan merasim başlayamıyor’ tadındaki kızgın cümlelerini yutup haftalardır hazırlandığı gece için süslenmeye devam etti. Şimdi kuaförde boğazına oturan yumru sessizliğin ağırlığı ile habis bir hücre gibi büyüyor, ne yazık ki elinden bir şey gelmiyor.
Damat, iş arkadaşı, gelinin sadece ismi biliniyor, elbette bir de kare kare paylaşılan mutluluk dolu pozları... Onların hayali Derya’nın kabusu olmak üzere, Adem, bütün gece yumuşamıyor, dönüp de sevgilisinin yüzüne bakmıyor. Hatun, kimseyi tanımadığı, sözlüsünün yanına yakışmak üzere haftalardır paralandığı davette gülümseyerek süzülürken, kokteyller tokuşturduğu arkadaşlarının yanı başındaki kadına gösterdiği ilgiyi karşılıksız bırakamıyor.
“Tanıştırayım.” diyor, “Derya”.
Sözlüm, müstakbel eşim, canım, sevgilim, biriciğim gibi kelimelerin köküne kıran girmiş. “Arkadaşım” bile taze bitmiş.
Yazık, Derya o gece hem sevgilisinin gözüne güzel görünmek, hem de onu iş arkadaşlarının yanında iyi temsil etmek için maaşının yarısını ve alışveriş gezintileriyle iki buçuk hafta sonunu yemiş bitirmiş. Ne için? Âdem’le birlikte kazandığı sıfatlara layık olabilmek için. Peki sonuç? Derya, o gece sıfatsız kalmış. Kendini Adem’siz nasıl niteleyeceğini şaşırmış.
Sıfatsız Derya’ya selam veren arkadaşlar ivedilikle alakasız işyeri dedikodularına geri dönüyor. Birkaç kişi mesleğini filan sorup muhabbet açmaya çalışsa da kısır konu olduğu için pek de işe yaramıyor. Adem, biraz içince evlilik kurumunun gereksizliğinden bahsediyor. Düğünlerde, havaya girilsin, millet duygusala bağlasın, sevinsin diye gerçekleştirilen her bir ritüelin, kaça patladığını ve ne kadar manasız olduğunu, uygulamalar üzerinden açıklıyor.
Kokteyl prolonge nedir bir kere?
Sadece yaşlıların oturabileceği kadar yer var, misafirlerin gerisi kazık gibi dursun. Tepsilerin, garsonların arkasından koşsun. Yine de aç kalsın. Olur mu?
Kameramanın yanlarından her geçişinde kahkaha başlatıyor; “Aşırı eğleniyormuş gibi yapın, tanımadığımız insanlar yirmi sene sonra bile, döndürüp döndürüp bizi izleyecek.”
O da istememiş gelmeyi, her hâlinden belli.
Ortamın romantizmi bile aralarını yumuşatamıyor, Derya suratını saran sahte bir gülümseme ile durumu iyi idare ettiğini, kimselere bir şey çaktırmadığını sanıyor. Millet anlamazsa, yarın yeni bir gün doğar, hiçbir şey olmamış gibi devam eder hayatları... Korkuyor Derya, sevgilisini altı senedir tanıyor, daha önce hiç böyle olmamışlardı. Şimdi neyin değiştiğini anlamıyor.
Adem, ilk evlenme teklifini, birlikteliklerinin ikinci senesinde sevişirken yapmıştı. Derya o an ne yapacağını bilememişti. Cevap veremediği anlaşılmasın diye onu tutkuyla öpüp konuyu geçiştirmişti. Sonraki yıllarda kâh sıradan bir konu gibi, kâh "İnsanın hayatında vereceği en önemli karar" gibi, kâh ailelerin baskısıyla, kâh en mutlu anlarında evlilikten bahsettiler. Konuyu hep Adem açtı, Derya da hep bir yolunu bulup erteledi... Biliyordu; "Evet!" dediği anda onu kaybedecekti.
Bazı adamlar cengaverdir. Hayatında her şeyle savaşır. Çocukken sırf birileri "Yapamazsın!" dedi diye ağacın en tepesine çıkar, en olgun meyveyi, oturup dalında yer. Ebeveynlerinin öngörülerini çürütür, bir baltaya sap olamayacak gibi gözükürken, büyük iş kurar, patron olur. Hayatındaki kadın da bu savaşçıya fethedilecek kale gibi görünür. Dişine uygun bulduğu hatuna türlü şekilde yanaşır, o sınır çizdikçe daha da ötesine geçmek ister. Birliktelikleri seksle başladıysa aşkın, aşkla sürüyorsa tutkunun, tutku doruktaysa sakinlemenin, durulmanın peşine düşer. Tüm bunları alabileceği kadınları ilk görüşte tespit eder. Hedefine kilitlenince, asla vazgeçmez. Bu durumun adı aşk, sevgi, ilgi, elektrik, tutku, çekim... Hepsi olur, hepsine dönüşür. Ancak asıl olanı kimse görmek istemez; bu adamda sulh yoktur.
Derya en sonunda Adem'le evlenmeyi kabul ettiğinde aslında boşluğuna gelmişti. Kim bilir kaçıncı ayrılıklarını yaşarlarken Adem sabaha karşı aramıştı. Sarhoştu... Derya uyku sersemi kapıyı açar açmaz, onun üstüne atlamıştı. Özlem işte... İşe gitmeleri gereken saate kadar hiç durmadan sevişince yaşadıkları tüm tartışmalar ve tatsızlıklar silinip gitmişti.
Sabah birlikte apar topar evden çıktıklarında ikisinin de yüzü gülüyordu. Derya servise bindi, Adem yeni aldığı cipine... Derya koltuğuna oturur oturmaz kafasını pencereye dayadı, gözlerini kapadı, iki saat sürecek yolculuk boyunca horlamamayı umdu... Servis beşik gibi tıngır mıngır yol alırken, birdenbire telefonunun sesiyle irkildi. Gözlerini açınca penceresinin tam dibinde, cipiyle trafikte seyreden Adem'i gördü. Biri İkitelli'de medya plazada çalışıyordu, diğeri Gebze'de teknoloji enstitüsünde... İşleri de kendileri gibi tam ters istikametteydi. Rüya mı görüyordu?
Adem, telefonu işaret etti. Derya cebini açtı.
Adem pamuk gibi bir sesle: "Sevgiliiiiiiim!" dedi.
Derya gülümsedi; "Ne oldu?"
Adem, hasret içinden tatlı tatlı taşar gibi, gene uzattı son heceyi; "Özlediiiim."
"Ben de."
"Evlen benimle, bir daha hiç ayrılmayalım!"
Adem evliliği dünyanın en doğal şeyi gibi dile getirmişti; Derya'nın da içi sımsıcaktı, “Olur!” dudaklarından dökülüverdi. İkisi de gülmeye başladılar.
"Çok ciddiyim bak."
"Ben daha ciddiyim."
"En ciddi benim."
Adem'in üstüne gelmekte olan aracın kornasıyla kendilerine geldiler. Derya telaşlandı; "Adem!"
Ani bir frenle , servisin arkasına geçer geçmez telefonunu geri aldı: "Korkma, yok bir şey..."
"Aşkım!"
"Ben işe dönmeliyim tatlım... Nasıl olsa artık BENİMSİN."
Derya ne diyeceğini bilemedi. İçinden söylendi, "Şapşal, hep senindim zaten!"
Boğazı düğümlendi. Kısa bir sessizlikten sonra "Akşama görüşürüz" diyebildi.
Boşluğuna gelmişti işte. Durduramamıştı... Evliliğe inanmadığını, aynı kişiyle bir ömür geçirmeyi imkansız bulduğunu anlatamamıştı. Adem’i seviyordu. Hem de, öyle böyle değil... Çok seviyordu. Adeta vücudunun bir parçası gibiydi: parmağının ucu; yorganın dışında kalmış, üşümüş, uyuşmuş, sahip olduğunu hiç bilmediği kanat, uçurur, kaçırır, alır, götürür... Bazen de “kesseler de kurtulsam” dedirten topuk dikeni... Öyle ya da böyle onsuz hayat olmaz. Ayrı da olsalar fark etmiyor; gittiği her yere, zaten onu da götürüyor. Başka türlü nasıl olabilir ki? Olabilir mi? Derya çoktan unuttu; Ademsiz bir hayatı, hatırlamıyor ki.
İlişkilerinin ta başında Adem'in ‘o adam’ olmadığını biliyordu. Deli gibi aşık olmasına rağmen ta içinde, yüreğinin en gizli yerinde hissediyordu; onunla bir ömür paylaşmayacaklardı. Her şey ne kadar güzel görünürse görünsün, onların hikayesinde mutlu son olmayacaktı. Öyle "elde olmayan" sebeplerden, erken gelecek ecelden, hayat memat meselelerinden filan da değil; değişeceklerdi, dönüşeceklerdi, bitecekti... İnsanlar bir odaya girdiklerindeki hâlleri ile geri çıkamaz, hep başkalaşırken, hangi aşk sonsuza dek sürebilirdi? Tanıştıklarında, âşık olduklarında üniversitede öğrenciydiler. Şimdiki Derya ve Adem değillerdi ki...
Onlar, kapitalist sistemde gençlik iletişimine maruz kalmış bir nesil. Onlar büyürken, satın almaları gereken nesnelerin tanıtımı, paranın asıl sahibi anne-babalarına değil de, onlara yapıldı. Ebeveynlerinden talep etmeye ve elde etmeye başladılar. Arkadaşlarıyla beraber moda ve teknoloji trendlerini takip edip tükettiler. Onlar büyürken, sahip oldukları her şey de bir son kullanma tarihi ile beraber geldi. Çok değil, şundan birkaç yıl sonra, otuzlarını geçince, birbirlerinin yirmili yaşlarını bilmiş, görmüş, beraber yaşamış olmanın ne büyük bir nimet olduğunu anlayacaklar belki. Ama maalesef bu kaybetmeden mümkün değil. An itibariyle, bir sonraki sevgiliye geçiş yapmaları gerektiğini, sadece bir insan tanıyarak ömür geçirmenin salaklık olduğunu düşünüyorlar. Sahip oldukları her şeyle ilgili “Onu tüket, buna geç, bu daha iyi!” deniyor. Bir aşkın olgunluk dönemi değil; hep o başlangıç, o ilk adımlar övülüyor. İkisi de birbirlerine “Sonum ol, hep yanımda ol!” diye gelmedi ki... ‘Bir üst sürümü çıkana kadar elimizde bu var’ ilişkisiydi onlarınki. Aralarındaki bağ ne kadar kuvvetli olursa olsun, bu zihniyete karşı koymak zor, çok zor. Hiçbir aşk sonsuza dek sürmez. Bıraksalar sevgilerinin değişip dönüşmüş hâli ışıl ışıl parlayacak, paha biçilmez bir mücevheri hatırlatacak. Ama ikisinde de ‘bir sonrakine’ dair merak var. Ortalığı talan ediyor. Üzerinde yaşadığımız gezegeni ettiği gibi.
Derya'nın, Adem'e "Olur!" demesinin üstünden üç koca ay geçmesine rağmen evlilik hakkında hiç konuşmadılar. Ta ki dönüp dolaşıp gelmeyi hiç istemedikleri bu düğüne konuk oluncaya kadar... Artık, apaçık ortada olanı görmemek için, yüzlerini çevirebilecekleri bir yer de kalmadı. Her ikisi de biliyor; evlenmeyecekler. Böyle bir düğünde başrolde olmanın fikri bile tüylerini diken diken ediyor. Bu seremoni, sanki her şeyin bitişi...
Altınlarını takıp fotoğraflarını çektirir çektirmez mekandan ayrılıp, herkesten kaçar gibi hızla yol alırlarken, Derya’nın çıtı çıkmıyor... Adem hız yapmayı sever aslında; ancak, yanında o varken hep yavaş, sakin kullanırdı. Şimdi bu telaş niye?
Adem, sevgilisini evine saatte 10 km hızla bıraktığı; "O kadar yavaş gittim, yol topu topu on dakika uzamış!" diye sitem ettiği günleri hatırlasa, bir yolunu bulur, benzini bitene kadar dolanırdı... Maalesef, hatırlamıyor.
Adamın üzerine nereden peydah olduğu bilinmeyen kara bulutlar çökmüş. Derya’yı seviyor, hem de çok seviyor... Dünyanın bütün memeleri bir yana, onunkiler bir yana. Sanki tam avuçlarına uygun yaratılmışlar mübarek. Başka hiçbir kadının memesi onunkiler gibi değil... Ergenliğinde, Arnold’un oynadığı, Mars’ta geçen bilimkurgu filmini ilk seyrettiği günden beri, hep üç memeli bir kadınla sevişmeyi hayal etmişti... Onunkilere dokunduğu an “Bende de üç kol yok zaten...” diye içinden geçirmişti. O, kurabileceği tüm fantezilerin üzerindeydi o zamanlar. Ama evlenme teklifini kabul edince bir şey oldu. Büyü bozuldu. Aşkla baktığı sis perdesi kalkınca sadece kusurlar görünür oldu. Sanki hiç yoklarmış da bir sabah, ansızın üzerine yapışmışlar. Dünya artık Adem’in gözüne karanlık görünüyor. Ne yana baksa kasvet... Yanındaki kadından kurtulmak ve hayatının geri kalanında bekarlığın sonsuz fırsatlarının keyfini sürmek istiyor. Film belli: hatun kişi gidince tepeden disko topu inecek ve etrafını saran göğüs dekolteli mini elbiseli kadınların tahrik edici danslarıyla yeni bir müzik başlayacak... Adem Derya’yı hâlâ seviyor... Hâlâ dünya üzerinde, Adem’in avuçlarına en uygun memeler onunkiler... Bunu gayet iyi biliyor... Problem tam da burada: Sonucun ne çıkacağını bilmek, denemelerdeki eğlenceyi azaltmıyor...
O gece, cipin içi de, dışı gibi kocaman. Sanki biri dünyanın bir kutbunda, diğeriyse öteki kutbunda oturuyor.
Derya evine geldiklerinde sonun da geldiğini hissediyor. Ne yaparsa yapsın, olmayacak. Bu iş burada bitiyor. Böyle bir geceden sonra, hiçbir şey eskisi gibi olamaz.
Aşk birdenbire başlar. Derya, Adem’e âşık olduğu anı hatırlıyor. İki üniversiteli, sahilde yürürken, bir yandan da arkadaşça muhabbet ediyorlardı. O sırada ne konuştuklarını hatırlamasa da hissettiği her şey, dün gibi, düğün gibi taptaze... İlk önce, Derya’nın göbek deliğinin tam altında bir sıcaklık oluştu. Oraya yerleşik bir küre varmış da parlamaya başlamış gibi. Yürüyüş hâlindeki Adem’in de tam orasında bir ışık yandı ve arada, aniden, yıldırım gibi elektrikten bir yol oluştu. Onlar adım attıkça, gecenin ortasında ışıldayan bir ipliğe dönüştü. Derya, Adem’e göbekten bağlandığını anladığında omzunda da bir cızırtı duydu. Bir ışık bağı da omuzları arasında kuruldu. Paniklemedi. İyi hissediyordu. Adımları uyumlu, bedenleri yıllardır ortak hareket edermişçesine ahenkliydi. Sustular... O günkü sessizlik ne kadar güzel, ne kadar derindi... İkisi de ışıl ışıl parıldarken kaç kilometre kat ettiklerini bilmediler, düşünmediler, fark etmediler... Sadece yürüdüler... Yan yana.
O gün aralarında kurulan bağ, o kadar gerçek bir şeydi ki; uzun süre sadece onun tadını çıkardılar.
İlk sevişmelerini de Derya dün gibi, düğün gibi hatırlıyor. Bakire olduğunu nasıl saklayacağını şaşırmıştı. Mahçup bir tonda “Allah Allah, ben daha önce de yaptım ama o zaman bir şey olmamıştı, ben de olmayacak sandım” dediğinde Adem ona inanmış gibi davranmıştı; umursamazlıktan değil, saygı duyduğundan, utandırmak istemediğinden... Sabah olup da, şimdi ismini dahi hatırlamadıkları arkadaşlarının evindeki kalabalık kahvaltıdan sonra evlere dağılırken Derya, Adem’in onu bir daha aramayacağına emindi. En azından Yeşilçam filmlerinde hep öyle oluyordu. Kirlenmediğini, hayatın en doğal şeyini yaşadığını gayet iyi bilmesine rağmen, yüzyıllardır hücrelerine ekilmiş toplumsal bakire rolünden kurtulmakta zorlanıyordu.
Derya aşkının başladığı anı o kadar iyi hatırlıyor ki... Maalesef aşkının bitişi de o gün kuaförde gerçekleşti; “Madem geciktin, sen taksiyle gelirsin.”... dediğinde kıyametin suru üflenmiş oldu. “Peki Adem, tamam!” dedi dudaklarını sıkarak, makyajı yapılmışken ağlamanın sırası mı ki! Zaten söylenecek ne kaldı? İplikler koptu. Derya’nın göbeğinden, omuzlarından, dizlerinden fırlayan, yıllar içinde iyice sağlamlaşıp kabloya dönüşmüş bağlar bir anda vücudundan ayrıldılar. Ortalıkta deli gibi dönüp duran elektrik tellerine dönüştüler. Kuaförden beri, Derya’ya yaklaşan herkes işte bu yüzden çarpılıyor. Derya’nın yükü boşalıp da içinde yeniden dengesini bulana kadar geleni geçeni çarpmaya devam edecek.
Çok sürmese bari...
Araba, Derya'nın tek odalı dairesinin bulunduğu, bir mahalle kuracak kadar insanı, alt alta, üst üste yaşatan yirmi beş katlı blokun önünde duruyor.
"Yarın konuşuruz!" diyor Derya, bozuk bir ses tonu ile. Sevgilisini öpmek için eğilmeden, soğuk bir sessizlikle iniyor.
Kapı kapanır kapanmaz, Adem gazlıyor. Tahrip gücü yüksek bir el bombası fırlatmış gibi, hızla olay yerinden uzaklaşıyor. Halbuki Derya patlamaya hazır olmak şöyle dursun, parmağını bile kıpırdatamıyor. Arabadan hışımla fırlatılmış, yığıldığı yerde "Lök!" demiş, kalmış bir çuval sanki. Çökmüş, birinin onu kaldırmasını bekliyor.
Vücudundan çıkan, ucu açık elektrik kabloları birbirine değmiş. Derya, kendi kendini çarpmış, yıldırım yemiş. Zihni, yüreği, bağları... Her şey birbirine karışmış. Sert ve ciddi yüz ifadesinin altında yanıp kül olmuş bir kadın yatıyor.
Sırtı açık, gece mavisi, uzun elbisesi, arabanın rüzgarıyla dalgalanıyor... En sonunda saten kumaş bile kıpırtısız, adeta sönüyor.
Az evvel terk edildi. Kablolardan tüm enerjisi adeta boşalıyor, adım atacak gücü kalmıyor. Apartmanın kapısına kadar nasıl yürüyecek?
Kill Bill'deki Pai Mei, kalp patlatan beş nokta tekniğini Adem'e de öğretmiş olmalı; Derya'nın bu hâlinin başka bir açıklaması olamaz. Kıpırdayamıyor. Beş adım önünde duran kapıdan geçtiğinde kalbi patlayacak, biliyor.
Nehir’le Pınar’ın ne söyleyeceğini düşünüyor. "Ortada ayrılık konuşması falan yok. Hemen heyecanlanma. Elbet arar, yine birleşirsiniz." diyecekler, ciddiye almayacaklar. Ama o biliyor... Adem geri gelmeyecek.
“Geri gelmeyecek!” cümlesi zihninde yankılanırken bütün gücünü topluyor. Bir adımın ardından, diğerini atıyor. Sanki okyanusları geçiyor, çölleri aşıyor. Topu topu üç adım; ama her bir ayağına dünyanın bütün yükleri asılmış gibi. Yürürken sarf ettiği çabayla yorgun düşüyor. Dördüncü adımında otomatik kapı açılıyor, beşincide eşikten geçiyor... Asansör aynasında buğulanan gözleriyle ve sicim gibi akan gözyaşlarıyla selamlaşıyor. Eğer, o halini kameraya çekmeyi başarsaydı, dünyanın bütün müzik kanallarında yayınlanan, en arabesk şarkıların kliplerinde mutlaka yer bulurdu. ‘Acıların Kadını’ olarak bir neslin ortak hafızasına kazınır, Afgan Kızı'ndan bile ünlü olurdu...
Yatacak, kalkacak, yeni bir gün doğacak. Hislerinin aksine Adem ararsa, yeniden kalbi atmaya başlayacak. Eğer ararsa, bir solukta yanına uçacak, dudaklarını dudaklarına mühürleyecek. İlk anda hiç ayrılmamayı, büyük öpüşlerin sonrasındaki küçücük dudak dokunuşundaysa, oracıkta mutlu mesut ölmeyi dileyecek... Daha doğrusu dileyecekti...
Olmadı...
Aramadı.
Derya’nın yıkıldığı gece, can dostu Nehir, kocasının kollarında tepeden tırnağa titriyor. Acılar, kayıplarla bezeli birinci perdeyi sonlandıracak sperm, yoluna kıvrıla kıvrıla devam ediyor. Ümit, eşinin o en güzel hâlinin tadını çıkarmak, onu seyretmek, ona doyamamak isterken uykuya yenik düşüyor. Nehir’in parmağını kaldıracak gücü yok ama içi taptaze. Eşinin üstünü ilk önce kendi bedeni, sonra yorganla örtüyor. Kokusunu ciğerlerine dolduruyor. O büyülü nefesi tekrar dışarı vermek istemiyor. Hazır kocasının sıcaklığı, esmerliğiyle dopdoluyken “Tık” diye gitmek istiyor. Deliler gibi özlediği adamı çekmiş içine... Bu an hiç bozulmasın istiyor. İçi, dışı Ümit olmuşken ölmek ne güzel...
Kadınlar neden en mutlu anlarında ölmek ister?
Bir fısıltı dolanıyor, bir Derya’nın göz yaşına, bir Nehir’in kalbinde kavuşan ellerine dokunuyor...
Ölme Derya, Ölme Nehir...
Her şey daha yeni başlıyor.
Yorumla, paylaş, destek ol: Bu hikâye birlikte yürüsün.
Tebrikler! Dilerim, Yolunuz açık olsun 😊